Türk, kelime anlamı itibariye birçok anlamı karşılamaktadır: güçlü, kuvvetli, miğfer, güzel insan…

Bu anlamlar, tarihî ve yabancı kaynaklarda geçmektedir. Türkler insanlık tarihi boyunca var olagelmiş bir millettir. Türklerin izi, tarihin hiçbir döneminde silinmemiş; kaybolmamıştır. Ve Türkler varlıklarını, komşu devletlere her daim hissettirmişlerdir.

Türkiye ismi ise son yüzyılda ortaya çıkmış bir isim değildir. 9. ve 10. yüzyıllarda Orta Asya’ya Türkiye denmekteydi ki Orta Asya diye adlandırılan coğrafyanın orijinal isminin ise Türkistan olması gerekmektedir. Sonraki dönemlerde bu isim, Anadolu için kullanılmış hatta Memlüklüler, kendi devletlerini ifade etmek için dahi bu ismi kullanmışlardır. Türkiye isminin gerçek anlamı da “Türklerin yaşadığı yer.” demektir. Yan anlamlarından biri ise “Türklerin yönettiği, hâkim olduğu yer.”dir.

Buradan yola çıkarak “Türkiyeli” kavramını ele alıp, aldığımız gibi bırakmamız gerekmektedir. Çünkü böyle bir kullanım; aklı olmayanların dahi dile getirmeyeceği, kötü niyetsiz kullanılamayacak bir söylemdir. Bu ifadeyi ancak devletimiz üzerinde kötü emelleri olanlar, elit olma çabasındaki kimseler, kendi tarihini kulak ardı edip başka tarihlerde geçmişlerini arayanlar kullanmaktadır. 

Ne yapmalı?

Bunun, iki cevabı vardır: vatandaş olarak üstümüze düşeni yapmak ve mankurtlaşmamak. Bu iki cevabı da Türk edebiyatının en önemli iki isminden yola çıkarak açıklamak en doğrusudur: Hüseyin Nihal Atsız ve Cengiz Aytmatov.

En önemli Türk büyüklerimizden olan Hüseyin Nihal Atsız, bir Türk’ün görevlerini şöyle açıklamaktadır:

“Türkçülük ülküsü, bizden amansız bir vazife ahlâkı istiyor. Subay, hiç yorulmadan altı saatlik talimini yaptırırsa; öğretmen, bıkmadan öğreticilik işini yaparsa; memur, sinirlenmeden halka kolaylık göstermeye devam ederse; doktor, her şeyden önce yurttaşlarının sağlığı ile ilgili olursa; öğrenci, her şeyden önce dersini bellemeye çalışırsa ve bütün vazifelerle rütbeler arasında ne caka, ne gösteriş, ne dalkavukluk ne de ilgisizlik olmadan bir ahenk kurulursa; aşağıdakiler yukarının buyruğunu ukalalık saymaz, yukarıdakiler de aşağının doğru ihtarlarına kızmazlarsa; bütün karşılıklı işlerde, görüşme ve konuşmalarda ne ikiyüzlülüğe kaçan nezaket ne de kabalığa kaçan sertlik bulunmazsa; vazifenin bizden istediği şey yapılmış olur.”

Eğer biz, Türkler olarak yukarıda alıntılamış olduğumuz vazife ahlâkını atalardan gelen bir emir olarak görebilir ve uygulayabilirsek istikbâlimiz her daim parlak olacaktır.

Bir diğer Türk büyüğümüz olan Cengiz Aytmatov ise “mankurtlaşmak” ifadesini “Gün Olur Asra Bedel” kitabında ele almıştır. Anlamı ve mahiyeti ise şu şekildedir:

“Zamanında Kazak diyarında Sarı Özek diye bir yaylak varmış. Buranın iklimi ılıman, hayvanları semizmiş. Zaman sonra Juan Juanlar diye vahşi bir kabilenin istilasına uğramış. Kabile uzun süre burada kalmış ve buranın etinden, sütünden, suyundan faydalanmış. Çocukları da kaçırıp ‘mankurt’ yapmışlar. Mankurtlaştırmak ise şöyle bir eylemmiş:

‘Çocuklar esir alınıyor, güneşin en sıcak vurduğu noktalarda bir süre aç susuz bekletiliyor, sonrasında bütün çocukların saçları kazıtılıyormuş. Hiçbirinin de başında bir tek saç dahi kalmıyormuş. Taze kesilmiş devenin boyun kısmındaki deriyi alıp, çocukların başına yapıştırıp yine güneşin altında günlerce bekletiyorlarmış. Deri, güneşte kurudukça çocukların başını mengene gibi sıkıyor ve çocukların saçı, yukarıya doğru uzayamadığı için iç tarafa -beyne- doğru uzuyormuş. Bu işlemin sonunda çocukların hafızası tamamen siliniyor ve onları kim alırsa o, çocukların efendisi oluyormuş. Çocuklar da emirleri sorgusuz sualsiz yerine getirip gerekirse ellerindeki hançerleri kendi kalplerine saplıyorlarmış. Mankurtların en çok korktukları şey de birilerinin başına dokunmaları veya başlarındakini çıkarmak istemeleriymiş.’

Bir zaman sonra Sarı Özek’in iklimi değişmiş, ot bitmez, yağmur yağmaz olmuş. Juan Juanlar da terk etmişler bu diyarı. Ama Kazak halkı yılmamış. Yeniden inşa etmiş şehri. Su kuyuları kazmışlar. Ekip biçmişler. ‘Ana Beyit Mezarlığı’ hariç eskiye dair hiçbir iz bırakmamışlar şehirde. İşte efsane, bu mezarlık üzerine kuruludur:  

Nayman kabilesinin göçü sırasında Dönenbay’ın bir oğlu olur. Adını Colomon koyar. Juan Juanlar’ın istilası sırasında Dönenbay ölür. Nayman kabilesi Dönenbay’ın ölüsünü bulup Ana Beyit Mezarlığına gömerler. Aradan yıllar geçer ve Colomon babasının intikamını almak için yola çıkar. O günden sonra ondan haber alan olmamıştır. Anası da oğlundan, ümidini iyice kesmiştir. Colomon, Juan Juanlar’ın eline düşmüş ve mankurtlaştırılmıştır. Bir efendiye vermişler ve koyun çobanlığı yapmaktadır. Yoldan gelip geçen Naymanlı insanlar çocuğu tanır gibi olmuşlar. Sonra gidip anasına durumu anlatmışlar. Anası da bir ümit oğlumdur belki diye başına beyaz bir yazma bağlar ve yola çıkar. Eğer oğlu değilse tekrar kara yazmasını bağlayacaktır. Çobanı bulmuş ve oğlu olduğunu görünce koşmuş; öpmeye, sarılmaya çalışmış ama çobanda bir hareket dahi yokmuş. Anlatmaya başlamış anası. Dönenbay’ın oğlu olduğunu, adının Colomon olduğunu söylemiş ama nafile. Anası, Colomon’un efendisinin geldiğini görünce bir ağacın dibine saklanmış. Yarın yine gelirim, belki yarın hatırlar diye ümit ederek oradan ayrılmış. Yarın olmuş, yine gelmiş çocuğunun yanına, hiçbir tepki görememiş. Efendisi zamansız çıkagelmiş, çocuğun anasını görünce öfkelenmiş. ‘Kim bu kadın?’ demiş. ‘Annem olduğunu söylüyor, beni götürmek istiyor.’ demiş Colomon. Efendisi de ‘Bu kadın senin başını dağlamaya gelen bir düşman, kafandakini çıkarmak istiyor.’ deyip eline bir okla yay vermiş. Bunu duyan Colomon, hiç tereddüt etmeden tek atışla anasını vurmuş. Ok, kadının sol göğsüne saplanmış ve kadıncağız oracıkta can vermiş. O anda başındaki beyaz yazma bir kuş olup havalanmış ve haykırmış: ‘Adını hatırla! Kim olduğunu hatırla! Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!’

            O gün bu gündür, Dönenbay Kuşu her gece Sarı Özek bozkırında ötermiş. Naymanlar da Colomon’un anasının vurulduğu yere ‘Nayman Ananın Yattığı Yer’ anlamında ‘Ana Beyit Mezarlığı’ demişler.”

            Kim olduğumuzu unutmamak dileğiyle…