Yazdığım her şey saf bir niyetle, temeli çatırdayan medeniyetimin duvarlarında bir parçacık sıva olabilme gayreti iledir.

Son günlerde tekrardan gündeme gelen, bir takım halis niyetli Türk milliyetçileri tarafından ortaya atılan bu muazzam fikrin tarihine, bugününe ve geleceğine bakalım.

Türk milliyetçiliği yükseliş yılları olan 1930/1943 seneleri arasında özellikle ülkenin entelektüel kesimi tarafından benimsenmiş, üstüne eklemeler yapılarak dernekler, neşriyatlar halinde içtimai ve sosyal yaşamda yerini bulmuştur. Ancak bu yükseliş yıllarında ve durağan geçen yıllarda kitleselleşememiş, taşraya inememiştir. Metropollerde sıkışıp kalan ve yerel aydınlar, mütefekkirler eliyle devam eden milliyetçilik fikriyatının kitleselleşmesinin tek yolunun bir teşekkül altında birleşip, doktrine bir vaziyette teşkilatlanması olduğu anlaşılmıştır.

 Bu ihtiyacın çözümü için Türk milliyetçileri Alparslan Türkeş liderliğinde CKMP çatısı altında toplanmışlar, bir süre milliyetçi mütefekkirler hareket doktrini üzerinde çalışmışlardır. En sonunda kitleselleşme için İslami hassasiyetlerin fikriyat içerisinde dahil edilmesi, daha “öz” niteliği taşıyan köylülük, taşra, toprak, anavatan kavramlarının üzerinde durulması kararlaştırılmıştır. Özellikle İslam hususuna Hüseyin Nihal Atsız karşı çıkmış ve neticesinde hareketten kopmuşsa da onu dinleyen, izleyenlerin çoğu hareket içerisinde kalıp faaliyet yürütmüşlerdir. Hülasa 1969 senesinde siyasetçiler, akademisyenler, ekonomistler, mütefekkirler, sivil toplum örgütlerinin kanaat önderleri eliyle hareketin doktrini ve işleyişi belirlenmiş, İsmail Gaspıralı’nın ifade ettiği şekilde “Dilde, Fikirde, İşte Birlik!” şiarıyla artık rayına oturmuş ve bu sene itibariyle çalışmalar hız kazanmıştır.


 İlerleyen yıllarda özellikle 12 Eylül cuntasına kadar milliyetçilik fikriyatı fevkalade teveccüh bulmuş, Anadolu ve yavru vatandan insanlar akın akın bu fikriyatı benimseyerek bir milliyetçi teşekkül altında toplanmışlardır. Bu süreç Türk milliyetçilerinin gerek fiziksel gerek fikirsel manada en güçlü olduğu ikinci dönemdir çünkü birlik olmanın verdiği kuvvet, fikrin tarihinden alınan ilham ve doktrine olmanın sağladığı birikim ile dönemsel cereyanlardan uzak, temeli sağlam bir yapıtaşı oluşturmuştur.

 12 Eylül cuntası sebebiyle milliyetçi camianın, bir kısmı idam edilmiş, bir kısmı işkenceler sebebi ile şehit olmuş, bir kısmı yine çektiği eziyetler sebebiyle usanarak yurt dışına çıkmış diğer bir kısmının içeride beyinleri yıkanmış, milliyetçilerin nüfusuna göre pek azı zindan ve işkencelerden beri kalabilmiştir. Tabi geçen yıllar içerisinde kimi eceliyle, kimi katl suretiyle mütefekkirlerden de büyük kısmı aramızdan ayrılmıştır ancak cunta sürecinin son bulmasıyla beraber geriye kalan bir avuç insan tekrardan teşkilatlanmaya, geçmişten gelen fikirleri tekrardan canlandırmaya başlamışlardır. Sağ kalan, azminde sebatkar olan mütefekkirler ise tekrardan doktriner manada bu canlandırma hareketine katkı sağlamış, hareketi diriltmişlerdir.

 Bu muazzam diriliş ve yeniden teşkilatlanma süreci henüz daha yerine tam oturmadan milliyetçi camiada yıllardan beri var olan ancak uyku halinde bulunan “yeşil” hastalık zuhur etmiştir. Özellikle zindan süreci ve sonrasında birtakım eyyamperestler, fitneciler tarafından hareketin mümtaz şahsiyetlerine aşılanan, iliklerine nakış nakış işletilen bu hastalığın zuhuru gayet acıklı ve incelenmeye değer mühimliktedir.

 Milliyetçi camiadan ilk kitlesel ve büyük kopuş 1993 senesinde Muhsin Yazıcıoğlu önderliğinde gerçekleşmiştir, bu kopuşun ana sebepleri gidenlere göre “yeterince Müslüman olmamak, İslami hassasiyetleri göz ardı etmek, ulusalcı çizgiye kaymak.” Şeklinde nitelendirilmiştir, tabi bu fikirsel ayrılık önlenebilirdi ancak dedik ya “hastalık” bu ve benzeri olan “kızıl” hastalıklar tam manasıyla gün yüzüne çıkana kadar sezilemez, sezilse bile çok mühim görülmezlerdi… Ülkede bulunan birtakım cemaatler, tarikatlar, siyasi teşekküller, siyasetçilerin de işin içerisinde girmesiyle artık mümtaz şahsiyetlerimiz kendilerini yetiştiren şahıslar ile ve onları “onlar” yapan teşekkül ile bağlarını kaybetmişler, yeni oluşum içerisinde girmişlerdir. Buna rağmen milliyetçi camia kan kaybı yaşasa da bu kaybın yerini tekrar doldurabilmeyi başarmış ve yoluna devam etmiştir. Bir diğer kopuş ise 1997 meşhur kurultayından sonra Tuğrul Türkeş’i destekleyenlerin hareketten ayrılarak yeni teşekkül içerisine girmeleridir…

Yirmi birinci yüzyıla girdiğimiz süreçte ise teknolojinin kullanım sahasının yayılması, platformların artması, sosyal yaşantının sanal aleme kayması ile geçmişte camia içerisinde ikisi de “İslam” üzerinde yoğunlaşan bazen siyasi sebeplerle gerçekleşen fikir ayrılıkları ve kopuşlar derinleşmeye başlamıştır, özellikle kitap okuma alışkanlığının kaybedilmesi ve araştırmacılığın internet üzerinde yoğunlaşması ile bilgi kirliliği de artmıştır. Bu bilgi kirliliği ve popülarite neticesinde yeni yüz yılın ilk çeyreğinde 69 sürecindeki tartışmalar hortlamıştır, tekrardan daha biyolojik milliyetçilik üzerinde duran çevreler artışa geçmiştir. Bu artışın neticesi olarak teşekkül çatısından ayrılma, dernekleşme, yeniden sanal ve içtimai hayatta neşriyatlara girişilmiştir. İlerleyen süreçte siyasi anlaşmazlıklar, parti içi anlaşmazlıklar neticesinde diğer kitlesel kopuşlar da gerçekleşmiştir. Günümüzde milliyetçi ve milliyetçi sayılabilecek parti sayısı çoğalmış, milliyetçi vakıf ve teşekküller artmış 70’li yıllardaki sol fraksiyonların vaziyetine düşülmüştür.

Milliyetçi Hareket Partisi, İyi Parti, Zafer Partisi, Büyük Birlik Partisi, Milliyetçi Türkiye Partisi, Türkiye İttifakı Partisi, Osmanlı Partisi, Milli Yol Partisi, Millet Partisi teşekkülleri altında çeşitli sebeplerle ayrışan CHP, AKP ve benzeri gayri milliyetçi oluşumlara da katılan Türk milliyetçilerin ayrılıkları artık fikri ayrılıklara da evrilmiştir, farklı farklı milliyetçilik yorumları ortaya çıkmıştır. Ancak hepsinin köken olarak gösterdiği mütefekkirler, siyasi kişilikler tarihte birlik olabilmiş, beraber yürüyebilmişlerdir.

Günümüzde “yeşil” hastalıkların yanı sıra Türk milliyetçileri içerisinde Bizans’tan kalma hastalıklar da zuhur etmiştir. Kibir, çekememezlik, kıskançlık, riya, anlayışsızlık, sermayedarlık, şımarıklık, fevrilik, sabırsızlık gibi hususlar bu hastalığın en bilinen belirtileridir bunun yanı sıra birbirini sevememek ve hatalarıyla, iyilikleriyle milliyetçi kardeşlerini kabullenememek de ayrı bir beladır. Bu hastalığın ve belaların temel ilacı ise özümüze dönmek, bol okumak, sevmek, tevazu sahibi olmak, iyi niyetli yaklaşmak, takdir edebilmek, kanaatkâr olmak, meşveret ve istişare yapabilmek ve mümkün olduğunca politize olmaktan uzak, hizipçilik ve partizanlıktan kaçınmaktır.


Türkiye özelinde bulunan tüm siyasi teşekküllerden daha köklü, hepsinden daha fazla bedel ödemiş ve yine Türkiye özelinde olmak üzere mevcut ideolojilerin en makul olanı olan faziletli milliyetçiliğin fertleri bu hastalıkları acilen geçmişten aldıkları ilham ve geleceğe olan ümitleriyle tedavi etmelilerdir. Milliyetçi partiler, vakıf ve dernekler, neşriyatlar, sanal alem önderleri, akademisyenler bu tedavinin doktorları olmaya namzettirler. Türk milliyetçiliği davasına gönül vermiş insanların milliyetçi akımlardan hangisini tercih ederse etsin kardeş oldukları, ortak paydalarının tüm ayrılıklardan ziyade kutsallar olduğunu, okumanın önemini, geçmişlerinin ne olduğu sabır ve sebatla anlatılmalı, siyaset üstü bir duruş ile ortak faaliyetler yapılabileceğinin, ortak tepkiler koyulabileceğinin empoze edilmesi gerekmektedir.

Günümüzde ayrılıkçı teröristler, yabancı devlet ajanları, art niyetli tarikat ve cemaatler, farklı dinlerin misyonerlik faaliyetleri, köksüzleştirme, kozmopolitleştirme, kültürel ve ahlaki çöküş, ekonomik çöküş, yozlaşma, batılılaşma, ılımlılaşma ve bir çok meseleler ile vatanımız ve kutsallarımız kuşatılmışken bizim meselemiz BİZ olmamalıyız!

Hasta bir halde uyumuş vaziyette bulunan Türk milliyetçiliği bilinçsiz vaziyette bir ameliyat geçirmektedir, bu ameliyat ile ilk önce parçalanıp sonra öldürülecektir. Biz bu masadan da kalkacak, bu ameliyatı bitirecek ve uzuvları kendimiz tekrardan dikecek kuvvete, donanıma sahibiz. Tek yapmamız gereken uyanmaktır, aksi takdirde biz öldükten sonra kutsal bildiğimiz tüm değerlerimiz de tehlikelerin önündeki engel yok olduğundan ne vahimdir ki, ölecektir…

Uyanılması ümidiyle…